On gün önce Londra’yı bir gruba tur liderliği ve rehberlik vesilesi ile ziyaret etim. Pandemi sonrasında Londra’ya ilk gidişimdi. Son iki yüz yıldır dünya siyasetinin yanı sıra kültür ve turizmin de dünya merkezlerinden biri olan bu şehirde yaşanan gelişmeler dünyayı doğrudan etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir.
1841 yılında İngiltere’de turizmin ortaya çıkması Aydınlanma Çağı’nın bir sonucudur. Düşünceyi; eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi hedefleyen bu yeni akımının 18. Yüzyılda ortaya çıkması kısa bir süre sonra bilimde büyük ilerlemelere yol açmıştır. Edebiyat felsefeyi, felsefe bilimi, bilim keşifleri, keşifler de Avrupa ülkelerinde Aydınlanma Çağı’nı, Aydınlanma Çağı ise Sanayi Devrimi’ni doğurdu. Aydınlanma Çağı aynı zamanda kültür turizmini de doğurdu…
Avrupa’da Aydınlanma Çağı’nın yaşandığı dönemde, “Büyük Tur” geleneği doğmuştur. Büyük Tur, esas olarak 17. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar, 21 yaşını dolduran reşit ve yeterli gelire sahip, soylu Avrupalı erkekler tarafından İtalya'ya yaptıkları gezilere verilen isimdi. 1690’larda başlayan bu akım önce kara yoluyla at sırtında ve at arabalarıyla, 1840'lardan sonra ise demiryoluyla yapılmaya devam etmiştir. Bu seyahatler önce İngiliz soyluları arasında başladı; sonrasında ise tüm Avrupa soyluları arasında kısa bir zamanda moda haline geldi. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bazı Güney ve Kuzey Amerikalılar tarafından da İtalya’ya geziler düzenlenmeye başladı.
“Büyük Tur” ile genç soylulara, klasik antik çağın ve Rönesans'ın kültürel mirasının öğrenilmesi ve Avrupa kıtasının aristokrat yaşamının tanıtılması amaçlanıyordu. Bu seyahat sanat eserlerini görmek ve Avrupa’daki müzik hareketliliğini de tanımak için bir fırsat olarak görülüyordu. Büyük Tur birkaç aydan birkaç yıla kadar sürebilir ve genellikle bilgili bir rehber veya öğretmen eşliğinde yapılırdı.
Büyük Turun en yaygın güzergahı şöyleydi: Tur İngiltere'nin Dover kentinde başlar ve İngiliz Kanalı'nı geçerek Belçika'daki Ostend'e veya Fransa'daki Calais veya Le Havre'ye gidilirdi. 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'daki seçkinlerin ortak dili Fransızca olduğundan, turist ve beraberindekiler, Fransızca konuşan bir rehber tuttuktan sonra Paris'e seyahat ederlerdi. Fransa’daki seyahatler bir at arabası veya nehir teknesiyle yapılırdı. Seine'den Paris'e veya Ren nehrinden Basel'e seyahat edebilirdi.
Gezginler Paris’te Fransızca, dans, eskrim ve binicilik dersleri alırlardı. Paris'in cazibesi, Fransız yüksek sosyetesinin sofistike dili ve tavırlarında yatıyordu; buna saraylı davranış ve moda da dahildi.
Paris'ten sonraki güzergâh, genellikle Protestan reformunun beşiği Cenevre ve Lozan olurdu. Yolcular daha sonra zorlu bir yolculuğa hazırlanırlardı. Daha büyük bagajlar sökülür ve Alpler üzerinden zorlu bir geçiş başlardı. Büyük St Bernard Geçidi en zor parkurlardan biriydi.
Turist İtalya'ya vardığında Torino'yu, bazen de Milano'yu ziyaret ederdi. Seyahatin doruk noktalarından biri Floransa’ydı. Rönesans’ın kalbi olan bu şehirde Uffizi Galerisi’nin yanı sıra birçok sanat galerisi, anıt, kilise ziyaret edilirdi. Rönesans resimleri, heykelleri ve anıtlarıyla tanışan turistler Floransa’da birkaç ay kalırlardı. Turistler, Floransa’dan sonra Pisa, Padua, Bologna ve Venedik'e de giderlerdi.
Orta çağ, Rönesans ve Barok dönemlerinin antik kalıntılarını; resim, heykel ve mimarisinin şaheserlerini incelemek için gezginler Roma'ya giderlerdi. Bazı gezginler ayrıca yakın zamanda keşfedilen Pompei ve Herculaneum arkeolojik alanlarını tanımak ve Vezüv Yanardağ’ına tırmanmak için Napoli'yi ziyaret ederlerdi. Seyahatlerin ilerleyen dönemlerinde, özellikle yat sahibi olan gezginler, Sicilya'nın arkeolojik alanlarını, volkanlarını ve barok mimarisini görmeye giderlerdi. Bazı turistler Malta'ya ve hatta Yunanistan'a (o dönemde Osmanlı Devleti sınırları içinde) kadar gitmişlerdir. Napoli ve güneydeki Paestum ören yeri Büyük Tur’un son varış noktasıydı.
Dönüş yolculuğunda ise gezginler Alpleri geçerek Avrupa'nın Almanca konuşulan bölgelerine, Innsbruck, Viyana, Dresden, Berlin ve Potsdam'ı ziyaret ederler, Münih veya Heidelberg'deki üniversitelerde bir süre eğitim alırlardı. Gezginler, Almanca konuşulan bölgelerden sanat eserlerini ve galerileri ziyaret etmek için Hollanda ve Flanders'a, Manş Denizi üzerinden de İngiltere'ye dönerlerdi.
“Büyük Tur” modern turizmin bu ilk hareketliliği Avrupa’da Aydınlanma Çağı’na da katkısı olmuştur.
1753 yılında Britanya Müzesi’nin (British Museum) kurulması, Londra’yı “Dünya turizminin başkenti” ve merkez üssü haline getirmesi bu çağın meyvelerinden biridir. Thomas Cook 1841 yılında yeni inşa edilen demiryolu sayesinde ilk organize seyahati gerçekleştirmiştir. 1845 yılında Hyde Park’ta kurulan Londra Fuarı’na ise Birtanya Adası’nın değişik yerlerinden Londra’ya 150 bin kişiyi bu sayede getirmiştir. Britanya Müzesi de bu vesile ile yeni binasına kavuşmuş, dahası 3 milyon kişinin ziyaret ettiği Londra Fuarı’ndan elde edilen giriş ücreti gelirlerinden Royal Albert Hall Konser Salonu, Viktorya ve Albert Müzesi, Bilim Müzesi ve Doğa Tarihi Müzesi inşa edilmiştir.
Birtanya Müzesi’nin giriş katında çoğu ziyaretçinin dikkat etmediği bir bölüm vardır, “Aydınlanma Çağı Seksiyonu”. Müzenin bence bu en önemli bölümünde insan merakının doğa tarihi bilimini ve arkeolojiyi nasıl geliştirdiği konusu işleniyor. Birtanya Müzesi’nin kuruluşunun hikayesi de bu sergide işeniyor. Müzenin kurucusu sayılan Sir Henry Sloane, 1687'de Karayipler'e gitti ve seyahatlerini ve bulgularını yıllar sonra kapsamlı yayınlarla belgeledi. Jamaika Adası’na yaptığı seyahatte kakaoyu öğrendi ve Avrupa’da moda haline gelecek sütlü çikolatayı icat etti. Bir genç olarak Sloane, doğa tarihi ve diğer merak uyandıran nesneleri topladı. Bu merak onu, botanik, cerrahi ve eczacılık derslerinin verildiği tıp eğitimine götürdü. Sloane seyahatlerinde kitaplar, el yazmaları, çizimler, madeni paralar ve madalyalar ve bitki örneklerinden oluşan 71 bin nesne topladı. İşte bu koleksiyon Birtanya Müzesi’nin çekirdeğini oluşturur. Bu müze ise daha sonra Britanya Kütüphanesi’nin ve Doğa Tarihi Müzesi’ni doğurmuştur.
Büyük yolculuklar küçük bir adımla başlar. Küçücük bir merak bir müzenin kurulmasının kapılarını açıyor. Müzecilik ise arkeoloji biliminin doğmasına yol açmıştır. Bilimsel arkeolojinin temelleri de Britanya Müzesi’nde atılmıştır.
Britanya Müzesi’nde öylesine önemli bir eser var ki, hem arkeolojinin, hem de Eski Çağ dilleri araştırmalarının da temeli sayılmaktadır. 1798 yılında İskenderiye yakınlarındaki Ebu Bekir Koyu’nda tarihte “Nil Muharebesi” olarak bilinen ve İngiliz ile Fransız donanmalarının çarpıştığı bir deniz savaşı meydana gelmiştir. Bu savaşın sonuçlarından biri de Napolyon ordusunun Mısır’dan topladığı 200 civarındaki eserin yapılan anlaşmayla İngilizlere teslim edilmesidir. Bu eserlerden “Rosetta Taşı” sayesinde eski Mısır hiyeroglif yazısı da çözülmüş ve bu sayede devasa bir uygarlığın kapıları da açılmıştır.
Kalıplaşmış dogmaları yıkmak amacıyla yola çıkan Avrupalı Aydınlanmacılar, sadece edebiyatta, felsefede ve bilimde yeni bir çığır açmadılar, insan doğasının en büyük dürtülerinden biri olan yeni yerleri görme dürtüsünün kurumsallaşmış bir yansıması olan turistik seyahatlerin önünü de açtılar. Seyahatler yeni kültürlerin kapılarını açmış, bu seyahatlerden getirilen eser ve objelerle ilk müzeler kurulmuş, müzelerdeki bu objeler sayesinde de Eski Mısır başta olmak üzere, Asur, Sümer, Akad, Hitit gibi unutulmuş diller yeniden okunmaya başlanmış ve bu sayede modern arkeoloji bilimi doğmuştur.
Turizm, temeli aydınlanma üzerine kurulan bir deniz feneridir. Keşfeder, aydınlatır ve insanlığa yol gösterir...
Not: Yazının sorumluluğu yazarına aittir. www.turizmajansi.com ile bağlantı kurulamaz; doğacak hukuki sonuçlardan site sorumlu değildir.