Geçtiğimiz günlerde içimde biriktirdiğim tüm sorularla Edirne’deydim… Sokaklara adım attığım anda hissettim ki; burası tüm ihtişamı ile sembolü olmuş olan Selimiye’nin gölgesinden ibaret değil. Bazı yapılar vardır size şehri özetler, bu yüzden yoluma Selimiye’den başlamak istedim.
Ama Selimiye’ye yürürken yolda önce başka iki yapı karşıladı beni.
Çünkü Edirne öyle bir şehir ki, seni tek bir eserle değil, bir mimari yolculukla kucaklıyor.
Önce Eski Cami… Dıştan bakınca sade, neredeyse çekingen bir yapı. Ama içine girince başka bir kudret hissediyorsun. O taş duvarların arasında, sanki zaman duruyor. Burası gücünü gösterişten değil, kökten alıyor. Ve bana şunu düşündürdü: Hayatta da bazı insanlar vardır; sessizdir ama ağırlığı her yerdedir.
Sonra Üç Şerefeli Cami… Bir geçiş yapısı gibi… Ne tamamen eski, ne bütünüyle yeni. Daha cesur, daha süslemeli, daha iddialı. Ve dört minaresi, dört ayrı kişiliği anlatıyor sanki… Ortadaki açık avlu ise insanın kendine dönüp baktığı, kalabalığıyla bile yalnız kalabildiği yer gibi.
Ve işte Selimiye… Bu üç cami, birbirini tamamlayan bir üçgenin köşeleri gibi. Edirneliler ona Altın Üçgen diyor. Ama bana göre bu üçgen, insanın kendi iç yolculuğunun da simgesi.
Geçmişin güveni: Eski Cami.
Dönüşümün sancısı: Üç Şerefeli.
Ve olgunlaşmanın zarafeti: Selimiye.
Selimiye’ye yaklaştıkça kalabalık azalıyor, ses yavaşlıyor, zaman duruyor sanki. Ve karşıma çıkıyor. Gözümün önünde… Kibirli değil, gösterişli değil… Ama insanın içine bakacak kadar özgüvenli. Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği bu yapı bana şunu düşündürdü: Bir insan “Ben oldum”u ne zaman söyler? Ve olgunluk, kaç deneme, kaç yanılma, kaç sessizlik ister?
Selimiye; Kubbesi Süleymaniye’den büyük ama seni ezmeyen,
Minareleri göğe doğru fırlamayan ama gökyüzüne sorular bırakan bir yapı…
Ve o ışık…
İçeride dolaşırken, insanın en karanlık köşesine bile dokunuyor.
Sanki Sinan bize fısıldıyor:
“İçinde aydınlanmamış tek bir yer kalmasın.”
Sinan, bu camiyi 80 yaşına yaklaşırken yapmış. Ama mesele, hâlâ anlatacak bir hikâyen olup olmadığı… Edirne’nin sınır şehri olması gibi; bazen insan da kendi iç sınırlarının serhat noktasına gelir. Ve orada durup düşünür: “Ben kimim, nereye gidiyorum?”
Ben de Selimiye’ye bakarken bir mimari değil, bir duruş gördüm. Bir ömürlük emeğin, tevazuyla tamamlandığı anı… Ve belki de dedim ki kendi kendime: “Bu cami, Sinan’ın içindeki labirentten çıkıp kendine varması…” Tıpkı benim Edirne’de, kendi içimde aradığım gibi.
Edirne, yalnızca camileriyle değil, tarihiyle de sana bir şölen sunuyor. Tam 90 yıl boyunca, 1363’ten 1453’e kadar Osmanlı’nın, İstanbul’dan önceki başkenti burası. Padişahların tahta çıktığı, fetih kararlarının alındığı, yolların kesiştiği bir merkez. Ama belki de Edirne’yi asıl özel kılan, o görkemli geçmişine rağmen sessizliğini hep korumuş olması. Gösterişin değil, derinliğin şehri olması.
Aslında Edirne, yalnızca Osmanlı’nın değil, Roma’nın da izini taşıyor. Şehir, Roma İmparatoru Hadrianus tarafından kurulmuş ve ona ithafen Hadrianopolis adını almış. Sonra adlar değişmiş… Grekçede Adrianoupolis, Osmanlı’da Edrine, ve bugün Edirne…
Ama isimler değişse de bu şehrin ruhu hep aynı kalmış:
Bir geçiş. Bir buluşma. Bir eşik.
O yüzden… Bugün Edirne’de sadece bir şehir gezmedim. Taşların, sessizliğin, gölgenin içinde… Kendi içimde yol aldım. Ve içimdeki yolların bir kısmı daha tamamlandı…
Erman Karakoç dokunuşuyla….
31 Temmuz 2025