Bazı rekorlar alkışlanmayıp, sessizlikle karşılanmalı.
Çünkü bazen rekor demek; aynı hatayı daha büyük ölçekte tekrarlamak demektir.
Türkiye turizmi 2025’in ilk çeyreğinde işte tam da bunu yaptı:
Türkiye turizmi bir kez daha rekor kırdı.
Ama bu öyle dövizle, ziyaretçiyle, gecelemeyle övünülecek bir rekor değil…
Dünya kadar zenginliğe sahip bir ülke, yine birkaç pazarın ve birkaç şehrin gölgesine sığındı. Bu, çeşitliliği yok sayarak dar alana sıkışmanın, tüm ülkeye yayılması gereken bir sektörün birkaç şehirde boğulmasının rekorunu kırdık yani…
2025’in ilk çeyrek verileri elimizde.
Turizmde çok şey söylüyorlar ama kimse en temel soruyu sormuyor:
Biz bu sektörü neden sadece 3 pazarın ve 3 şehrin sırtına yüklüyoruz?
Almanya, Rusya, İran ve İngiltere başta olmak üzere toplamda 49 pazarda 1,4 milyon geceleme kaybı yaşanmış.
Düşüşlerin %75’i ana pazarlardan geliyor.
Ama biz hâlâ Polonya’dan gelen %15’lik artışı vitrine koyup “yeni pazarlara açılıyoruz” demeye devam ediyoruz. Oysa 49 pazar kan kaybediyorken birkaç artış bize ‘başarı’ değil, ‘oyalanma’ getirir ki; kim bunun farkında.
İşte size net bir tablo:
Yabancı turist gecelemelerinin %85’i sadece İstanbul, Antalya ve biraz da Muğla’da.
Geri kalan 78 şehir? TURİZM DIŞI.
Yani aslında bakarsak biz ne turizm ülkesiyiz ne de turizm yapıyoruz.
Biz sadece turizmi belli alanlarda işletiyoruz.
Burada bir turizm endüstrisinden bahsetmeyi bir kenara bırakın, konuşabileceğimiz tek konu; yüksek riskli bir ticaret modelidir.
Aynı fotoğrafı otel yatırımlarında da görüyoruz:
2 milyon yatak kapasiteli dev turizm sistemimizin üçte biri Antalya’da, beşte biri İstanbul’da. Diğer 77 şehir toplamda ancak %34’lük bir pay alıyor.
Ve sonra da “neden 12 ay turizm yapamıyoruz?”, “neden kişi başı harcamamız artmıyor?”, “neden nitelikli turist çekemiyoruz?” diye sorup duruyoruz.
Çünkü:
Turizm yalnızca gelen sayısıyla değil, ülkeye nasıl yayıldığıyla ölçülür.
Sürdürülebilirlik, sadece çevreyle değil, coğrafyayla da kurulur.
Ve gerçek başarı, krizlere karşı ne kadar dirençli olduğunla anlaşılır.
Peki ya kriz?
Kriz aslında tam da bu:
3 pazara sıkışmış, 3 şehirde yığılmış bir sektörün, global dalgalanmada savrulması.
Bu tabloyu sadece “sezonluk iniş çıkış” diye okumak değil, yapısal bir zaafolarak görmek gerekiyor.
Elimizde hâlâ şans var.
Çünkü Türkiye yalnızca İstanbul’dan, Antalya’dan ibaret değil.
Bu ülkenin Erzurum’u var, Edirne’si var, Van Gölü var, Halfeti’si, Kars’ı, Mardin’i, Kazdağları var…
Ama yatırım yok, plan yok, strateji yok.
Veriler bize bağırıyor:
Artık pazar çeşitliliğini ciddiye almalıyız.
Artık bölgesel destinasyon yönetimi şart.
Artık turizmde yaygınlık, adalet ve denge üzerine yeni bir vizyon çizilmeli.
Aksi hâlde, her krizle birlikte aynı kabusu tekrar yaşarız:
Ana pazar sallanır, 2 şehir tökezler, 81 il düşer.
Ve biz hâlâ “rekor kırdık” deriz.
Ama ben başka bir rekordan yanayım:
81 ilde nefes alan, yılın 12 ayına yayılan, kaynaklarını koruyan, insanını yücelten bir turizm vizyonu.
Ve evet, hâlâ geç değil.
Yeter ki ‘verilerle övünmek’ yerine, verilerle yüzleşmeyi seçelim.
Belki bu tabloyu hâlâ alkışlayanlar olacaktır. Çünkü bazıları, dolu salonlara bakıp iyi oyun sergilendiğini sanır. Oysa sahne dar, oyuncu aynı, dekor eski. Ve biz bu oyunu yıllardır farklı maskelerle ama hep aynı senaryoyla sahneliyoruz. Oysa şimdi ihtiyaç duyduğumuz şey bir alkış değil…
Bir perde değişikliği.
Ve evet, eğer hâlâ bu sektöre inananlar varsa — ki ben onlardan biriyim — artık zamanı geldi:
Turizmi değil, vizyonumuzu yeniden yazmalıyız.
***
Üç şehirle yapılan turizmin öyküsünü, bin yıllık sokaklarıyla sessizce gülen Marakeş’ten izledim.
(Veriler Turizm Databank'tan alınmıştır)
Not: Yazının sorumluluğu yazarına aittir. www.turizmajansi.com ile bağlantı kurulamaz; doğacak hukuki sonuçlardan site sorumlu değildir.